
1969-70 Öğretim yılı, Perşembe İlköğretmen Okulundan mezun olduğumuz yıldı. O dönemler, dünyada ve ülkemizde gençlik hareketlerinin yoğunluk kazandığı dönemlerdi. 68 kuşağı olarak değerlendirilen gençliğin siyasal iktidara ve Amerikan Emperyalizmine karşı durduğu ve itiraz ettiği dönemlerdi.
1961 Anayasasıyla özgürlüklerin sınırları genişletilmiş siyasal, sosyal örgütlenmeler, sendikal etkinlikler ve sivil toplum örgütlerinin çalışmaları hız kazanmıştı. 1965 yılında Türkiye Öğretmenler Sendikası kurulmuş, ülke çapında da büyük bir ses getirmişti.
Zamanın Genel Kurmay Başkanı Memduh Tağmaç:
“ Halkın uyanışı ekonominin önüne geçti. Bu durum durdurulmalıdır.” diyordu.
Zamanın Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’ise:
“ Bu okullarda yetişen gençlere ülke yönetimi teslim edilemez. Başka bir seçenek düşünülmelidir.” diyordu.
O zamanlarda 68 kuşağı olarak değerlendirilen bu gençlerin amacı Amerikan Emperyalizmini protesto etmekti. Bu gençler o zamanlar; “ Bağımsız Türkiye” “ Köylüye toprak” “ İşsize iş” “ İşçiye iş güvenliği” “ insan hakları ve özgürlüklerinin güvence altına alınması” diye sloganlar atıyorlardı.
Bu gençler, siyasal iktidar tarafından susturulmaya çalışılıyordu. Onları susturanlar, şu anda yaşamıyorlar. Ancak onların isimleri ve simgeleri o dönemdeki çocuklara verilmiş, o çocuklar da günümüzün yetişkin insanları olarak halen toplumun içinde yaşamlarını sürdürüyorlardı. Deniz, Devrim, Özgür, Eylem, Ulaş, Umut, Evrim, ve bunun gibi akla gelen isimler, o dönemin çocuklarına verilen isimlerden bazılarıydı.
İşte böyle bir dönemde öğretmen olmuş ve ilk olarak Aybastı’nın Boğmalık Mahallesi İlkokuluna atanmıştım. Üç ay sonra da babamın rahatsızlığı nedeniyle sağlık durumundan Mesudiye’ye atanmış, Yeşilce- Yeşilyurt İlkokulunda göreve başlamıştım.
Biz de kendimizi 68 kuşağının içinde kabul ediyor ve övünüyorduk. İlköğretmen Okulundan mezun olurken Atatürk’ün ilkelerine, cumhuriyetin niteliklerine, TC Devletinin birlik ve bütünlüğüne bağlı kalacağımıza ve bu doğrultuda öğrenci yetiştireceğimize namusumuz ve şerefimiz üzerine yemin etmiştik. Bu prensiplere de gönülden inanıyorduk doğrusu.
Devletimiz bizi okutmuş, biz de milletimizin çocuklarını topluma kazandırmak için her türlü özveriyi gösterecektik. Yol yok, iz yok, elektrik yok, su yok, telefon yok, televizyon yok, sosyal yaşam yok, ekmek yok, aş yok demeyecektik.
Kuş uçmaz, kervan geçmez dağ köylerindeki çocukları geleceğe hazırlayacaktık. Onlara cesaret verecek, kendilerine güvenmelerini sağlayacaktık. Onları yarınların öğretmenleri, yöneticileri, doktorları, mühendisleri, sanatçıları, siyasetçileri, profesörleri ve iş adamları olarak yetiştirecektik. Sorumluluklarımız oldukça ağırdı.
Yeşilyurt İlkokuluna atandığımda henüz sakallarım çıkmaya yeni başlamış, bıyıklarım da yeni yeni terlemeye yüz tutmuştu. İki üç Kilometrelik yolu doğum yerim olan Yeşilce’ye yürüyerek gidip geliyordum. Çocuklara okulu ve okumayı sevdirecek çalışmaların içersinde olmalıydım. Bunu sağlayacak donanımlarım vardı. Kendimi iyi yetiştirdiğimden bu konuda özgüven sahibiydim. Spor ve müzik olmazsa olmazlarımdandı. Onlara sporu ve müziği sevdirebilirdim.
Okulda altmış ya da yetmiş öğrenci ya var ya da yoktu. İlk atandığımda okul müdürü, tecrübeli bir eğitimci olan Rafet Öcal’dı. O yıl Mesudiye’de 23 Nisan’da ilkokullar arası folklör yarışması düzenlenmişti. Bu yarışmaya katılmamız gerektiğini söylediğimde Rafet Hocam biraz tereddüt etti. Ona yarışmayı kazanacağımız garantisini vererek ikna etmiştim. O hiçbir şeye karışmayacaktı. Bütün sorumluluğu ben üstleniyordum. Öyle de oldu.
Zamanla öğrencilerimle birbirimize alıştık. 23 Nisana kadar çok zamanımız vardı. Öğretmen okulundaki folklör çalışmalarını ben yürüttüğümden aynısını burada da uygulayacaktım. Öğrencilerime önce halk oyunlarının türkülerini öğrettim. Türküleri, mandolin eşliğinde gayet güzel bir şekilde söylemeye başladılar. Sonra da halk oyunlarını zamanından önce hazırladık. Yarışmada ben mandolinle çalacaktım onlar da hem türkülerini söyleyecek ve hem de gösterilerini yapacaklardı. Öğrenciler, sanki otomatiğe bağlanmış gibi belli bir disiplin içersinde gösterilerini sergiliyorlardı. Onlarca okulun katıldığı yarışmada okul olarak birinciliği kazanmıştık. Orada bulunan kalabalığın alkış tufanını ben de hak ettiğimizi düşünüyordum.
İlçede henüz köy boşalmasının gerçekleşmediği bir dönemdi. Hafta gününe denk gelen yoğun bir kalabalığın önünde güzel bir yarışma çıkaran öğrencilerim, kaymakam tarafından da ödüllendirilmişlerdi. Halk tarafından da büyük bir ilgi görmüştük. O dönemden elimde resim kalmamıştı. Bu durum çok üzüntü vericiydi.
Geçenlerde birlikte çalıştığımız öğretmen arkadaşım Kemal İncedere’nin sosyal medyada paylaştığı bir resim beni tekrar o yıllara götürdü. Rafet Hocam Yeşilce İlkokuluna atanınca onun yerine benim de çocukluk arkadaşım olan Kemal İncedere gelmişti. Öğrencilerimiz ilçedeki yarışmanın tadını almışlar ki, yine folklör yarışmalarına katılmak istiyorlardı. Zaten alt yapıları vardı. Üçüncü yılda da öğrencilerimizi ilçe merkezine götürdük ve yarışmalara katılarak birinci olmalarını sağladık.
Resimdekilerin öndekilerden solda olanı Kemal İncedere, sağdaki de bendim. Arkamızda bulunan ise benim ilkokul öğretmenim olan efsane İlköğretim Müdürü Osman Demircan’dı. Arka plandakiler de Yeşilyurt İlkokulu öğrencilerimizdi.
O dönemde Mesudiye’nin yetmiş iki köyünde yetmiş iki tane ilkokul vardı. Mesudiye, mahrumiyet bölgesi olduğu için ilk atanan öğretmenleri özellikle böyle yerlere veriyorlardı. Bekâr öğretmenler çoğunluktaydı. Her hangi bir sosyal etkinlik olmadığından hafta sonları bilhassa da aybaşlarında gözümüz gönlümüz açılsın diye ilçeye gelirdik.
Belki yeni yüzlerle tanışırdık. Belki de gönlümüzde yer eden ancak bir türlü ulaşamadığımız bizim için özellikleri olan insanları uzaktan da olsa görebilmeyi umut ederdik. O zamanlar ulaşmak istediklerimizle iletişim kurmak o kadar da kolay olmuyordu. İçimizde fırtınalar kopsa da dışımızda o fırtınaların izine bile rastlamak olası değildi. Ömrümüz ahlarla vahlarla geçiyordu. Canımızı sıkan olaylara ise; yutkunarak, içimizi çekerek, sessiz kalarak ya da boynumuzu bükerek ancak tepki verebiliyorduk. Derdimizi ancak dağlara taşlara anlatabiliyorduk. Biriken enerjimizi futbol oynayarak, düğünlerde oyun oynayarak ya da benzeri etkinliklerle harcayabiliyorduk.
Oldu olacak o günün yaşanmışlığını da paylaşmadan geçmeyeyim.
Öğrencileri yarışmadan sonra köye gönderdik. O gün de ilçede bir konser olacağını öğrendik. Yakın köydeki öğretmen arkadaşım Osman Çevik’le konsere kalmaya karar verdik. Akşama kadar zamanımız vardı. İlçe de futbol oynadık. Akşama doğru da elimize bağlamamızı alarak Necmettin’in lokantasındaki yerimizi aldık. Konsere kadar orada sohbet edecek, biraz da kafalarımızı demleyecektik. Masamızda güzel bir ahengimiz vardı. Kafalarımız da dumanlı yani kıyaktı. Görenler bizi oldukça mutlu ve felekten de gün çalıyor zannediyorlardı. Oysa her birimizin kendimize göre başkaları ile paylaşamayacağımız dertlerimiz vardı.
Çakır keyf olmuş, konsere katılmıştık. Bayan bir sanatçı bildiği şarkıları söylüyordu. Salon da hayli kalabalıktı. Sıra isteklere gelmişti. Ancak sanatçı bir türlü benim istediğim şarkıyı söylemiyordu. Ben de özellikle ısrar ediyordum. O gün dinlediğim bir şarkının bir dizesinden hayli etkilenmiştim.
Şarkı; “ Gelmeyince nazlı yar, Yol neylesin neylesin.” diye devam ediyordu. Sanatçı bu şarkıyı söyleyebilseydi belki de deli gönlüme biraz olsun su serpilmiş olacaktı. Belki biraz olsun teselli bulacaktım. Ancak belli ki bu şarkı sanatçının repertuarında yoktu.
Dikkatleri üzerime çektiğimin farkındaydım. Serde gençlik de vardı elbette. Durumun farkına varan İlköğretim müdürü Osman Demircan, yanıma gelip oturdu. Onun yanında taşkınlık yapamazdım elbette. Osman Çevik’le konserden ayrıldık. Yeşilce’ye gitmek üzere araba bakmaya başladık.
İlk aklımıza gelen sirkecinin Erol’du. Erol sağ olsun çok kahrımızı çekiyordu. Bizi Yeşilce’ye bıraktığında zaman hayli geç olmuştu. Ben Osman’ı bırakmıyordum elbette ki. O da yakınımızdaki Beyağaç Köyündendi. O saatte köye gidemezdi. O zamanlar, su gibi delikanlılardık.
Eve geldiğimizde ışıklar yanmıyordu. Herkes uyumuştu. Yeşilce adeta bir ölüm sessizliğine bürünmüştü. Evin dış kapısı da içerden kapanmıştı. Babamı annemi uyandırmak istemiyordum. Dış kapının yukarısındaki pencere camından içeri girmeyi başardım. Babamlar mutfakta, ben ise odada yatıyordum. Benim yatağım demir bir karyoladaydı. Karyola odanın girişinde sağ tarafta duvarın kenarındaydı. Işıkları yakmamıştık. Ben de iyice yorucu bir gün geçirmiştim. O zamanki en önemli uğraşlarımdan birisi de futbol oynamaktı. Karyolaya ayak yanından uçarak balıklama bir atlayış yaptım. Ama o arada kıyamet koptu. Neye uğradığımızı anlayamadık. Yatakta yatan birisi bize:
“ Davranmayın ulan. Sizi bana sayısıyla mı verdiler. Kimsiniz ulan siz.” deyince, feleğimiz şaştı tabi. Meğer ben tam da adamın üzerine atlamışım. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi şaşırdım.
“ Dur dur! Ben yabancı değilim. Ben Yekta’yım. Kasabadan geliyorum. Sen kimsin.” diye sorabildim ancak. Bu sefer de o bana:
“ Vay hınzır oğlu hınzır. Yüreklerimi yardın ya. Ben Fikri dayınım. Ben Yekta’yım demesen neye mal olursa olsun seni çekip vuracaktım. Parmağım da tetikteydi zaten.” demez mi?
Osman’la biz hiç beklemediğimiz bir durumla karşı karşıyaydık. Ne ise biraz zaman geçince toparlanabildik. Osman ışıkları yaktı. O da ne yapacağını şaşırmıştı. Oturduk, kucaklaştık. Karşılıklı özür diledik. Fikri dayının yatağına yatmasını sağladık. Osman’la biz de yere yatak sererek günün yorgunluğunu çıkarmaya çalıştık.
O gün ben gecikince Yeşilce’de kahvecilik yapan babam; “ Yekta daha gelmez bu gün. Zaten geç oldu. Fikri dayı bu akşam gel bizde kal. Yekta’nın yatağında da yatarsın.” deyince o da kabul etmiş.
Fikri Dayı, Yeşilce’ye beş Kilometre uzaklıktaki Yeveli köyünden ünlü bir kabadayı olan Fettoğlu Fikri’den başkası değildi.
Demem o ki, 68 kuşağıyız derken ucuz kabadayılığın kıyısından dönüyor ve yakayı da kıl payı kurtarıyorduk.
YEKTA AYDIN. İSTİNYE. 15.11.2019. CUMA. SAAT. 22.44