15 Apr 2021

Ahmet Karakuş' u Kaybettik

O, köy enstitülerinin son temsilcilerindendi. Alın yazısına boyun eğmemiş, kaderine ise baş kaldırmıştı. Değiştirmek istiyordu kaderini. Bir yolunu bulup bu dağları taşları aşmalıydı.
Orta Karadeniz Bölgesinde denize paralel olarak uzanan dağların arasında 1400 metre yükseklikte bulunan mütevazı bir dağ köyünde dünyaya gelmişti. Genç yaşta dul kalan yoksul bir kadının iki oğlundan birisiydi. Anneleri evlenince onlar da kardeşiyle birlikte annelerinin gittiği yere sığınmışlardı. Yeni gittikleri yerde onları zor günler bekliyordu. Bulundukları evde, üzerlerine düşen işleri yapmaya çalışıyorlardı.
Küçük Ahmet, koşulları gereği ilkokula bile kayıt yaptıramamıştı. Onun emsalleri ilkokulu bitirmişler köy enstitülerine de kayıt olmuşlardı. O, hayvanları bırakıp da bir yerlere gitme şansına sahip değildi. Sığınarak gittiği yerden kendisi için bir şey isteme hakkını kendinde göremiyordu.
Yavadı’dan ( Yeşilce) bir çocukluk arkadaşı onun durumunu okuduğu köy enstitüsü müdürüne anlattı. Okul müdürü Ahmet’e haber göndererek onun okula gelmesini istedi. İlkokulu dışarıdan bitirmesi için ivedilikle girişimlerde bulunmasını önerdi. Onu geçici olarak da hazırlık sınıfına kaydetti.
Ahmet, İlkokulu dışarıdan bitirip köy enstitüsüne kayıt olduğunda 18 yaşındaydı. Onun yaşındakiler, neredeyse okuldan mezun oluyorlardı. Kırda hayvanları bırakıp köy enstitüsünün yolunu tuttu.
Okulunu bitirdikten sonra Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü Pedagoji bölümünü bitirerek Öğretmen okullarına meslek dersleri öğretmeni oldu. Perşembe İlköğretmen Okuluna atandı.
Perşembe İlk Öğretmen Okulunda yatılı öğrenciydim. Bir gün baktım ki yazın Yeşilce’de babamın kahvesinde onunla sohbet eden ilginç adam, okulun bahçesinde tek başına dolaşıyordu. Onu nerde görsem tanırdım. Öğretmen olduğunu ve bizim okulda görev yapacağını öğrendim. Alışılagelmişin dışında çok farklı özellikleri olan bu eğitimciyle, sonraki zamanlarda oldukça sık görüşmelerim olacaktı.
19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramları, ortaöğretim kurumları ve meslek liselerinde oldukça önem kazanıyordu. Bu okullardaki yaklaşık bir yıllık spor etkinlikleri, 19 Mayıs günü, sergilenme olanağı buluyordu.
O yıl, okul olarak biz de 19 Mayıs hareketlerine hazırlanıyorduk. Kız öğrenciler, uzun siyah çorap ve siyah bluzlarla adeta siyah güvercinleri andırıyorlardı. Onlar gibi süzülmeleri, takla atmaları ve diğer gösterileri, İzleyenlerin ilgisini çekiyordu. Erkek öğrenciler de beyaz şort ve beyaz kolsuz fanilalarla adeta beyaz martıları andırıyordu. O yıl okul olarak siyah beyaz renklerle sanki Beşiktaş’lı gibiydik.
Bunların dışında okulun bir de elit grubu vardı. Bu grup, okulun sportmen öğrencilerinden oluşuyordu. Bu grupta ateş çemberinden geçme, kasa, minder hareketleri, uzun ve yüksek atlamalardan oluşan tehlikeli gösteriler vardı. Ben fiziksel olarak küçük olduğumdan bu guruba girememiştim.
Yekta Gözlemeci adındaki arkadaşım okulun elit grubundaydı. Oldukça sportmendi. Futbol, voleybol, basketbol ve yüzme konusunda oldukça başarılıydı. Ordu’nun Merkez Kökenli köyündendi.
İkimizin ismi de Yekta olduğundan onunla güzel bir arkadaşlık kurmuştuk. Yekta ismi de aslında o kadar yaygın değildi. O gündüzlü ben yatılıydım. O bana fındık getiriyor, ama ben ona karşılığında bir şey veremiyordum. Aslında Meletliye fındık verirsen ona dünyayı bağışlamış oluyordun.
1967 ya da 1968 yılıydı. O gün 19 Mayıs törenleri bittikten sonra biz de bir grup arkadaşla hem futbol oynayacak hem de denize girecektik. Bu amaçla Perşembe öğretmen okulundan Fatsa yoluna inerek kendimize uygun bir yer ayarladık. Birkaç saat sonra da arkadaki fındık bahçelerinden dolanarak okula geldik. Karşılaştığımız arkadaşlar bana bakıp bakıp:
“ Bu kadar da olmaz ki. Oğlum sen ölmedin mi ya? ” diyorlardı. Ben de işin içinde bir acayiplik olduğunu seziyor fakat ne olduğunu anlayamıyordum. Biraz daha ilerleyip okuldaki arkadaşlarla görüşünce sorunun ne olduğunu anladım.
Yekta Gözlemeci adlı arkadaşımız, Perşembe’nin Ordu çıkışındaki Aktaş denilen yerde denizin içinde bulunan yan yana iki taşın arasına atlıyor ve bir daha da çıkamıyordu.
“ Öğretmen okulundan Yekta isminde bir çocuk bu gün denizde boğulmuş. Vah vah! Cok yazık. Kim bilir anası babası ne haldedir.” denince, insanlar haklı olarak benim boğulduğumu sanıyorlardı. Çünkü Yekta denizde balık gibi yüzen bir arkadaşımızdı. Sonra denizin kenarında doğup büyümüştü. Onun denizde boğulacağına hiç ihtimal verilmiyordu. “ Olsa olsa Meletli Yekta’dır. Dağın başında denizi nereden görecek?” diye düşünülüyordu.
O gün nöbetçi müdür yardımcısı olan Ahmet Karakuş’un yana döne beni aradığını söylediler. Ben de hemen yanına gittim. Beni diğer zamanlar hiç tanımayan Ahmet Bey’in bana sarılması oldukça tuhafıma gitmişti. Bana; “ Hiç beklemeden doğru bizim eve git.” dedi. Ben de oradan çıktım ve Ahmet Bey’lere gittim
Ahmet Bey’in eşi Refika Hanım, Yeşilce’den akrabamız oluyordu. Beni görünce bana sarılması ve biraz sonra da dizlerine vurarak ağlamaya başlamasından etkilenmemek olası değildi.
“ Ben neyderdim! Ben neyderdim! Ben Neziye ablaya ne cevap verirdim. Bi çocuğumu oralarda koruyamadın. Demez miydi bana. Ben onun yüzüne nasıl bakardım.” diyor ve gözyaşlarını silmeye devam ediyordu. O da benim boğulduğumu sanmış, ayılmış bayılmıştı.
Yekta arkadaşımıza çok üzülmüştük. Ertesi gün okul olarak cenazesini köyüne götürüp defnettik.
Belediye başkanlığım döneminde bir grup arkadaşla Yekta’nın ailesini ve mezarını ziyarete gittik. Ailesi çok mutlu oldu. Orada çok duygusal anlar yaşadık.
Yıllar sonra ben Ankara Gazi Eğitim Enstitüsünü bitirdim. Ahmet Hocam da bakanlık personel atamada görevliydi. Aynı gün bana “ Git okuldan çıkış belgeni al gel, ben de Mesudiye Lisesine atamanı yapayım.” dedi. Gazi Eğitimden mezun olduğum gün, bakanlıkta atama kararnamemin de imzalandığı gündü.
O gece Ankara’dan otobüse bindim sabahleyin de Mesudiye’ye indim. Heyecanıma diyecek yoktu. Mesudiye Lisesinde göreve başlayacak, beni okutan öğretmenlerimle birlikte çalışacaktım.
Erkenden okula giderek göreve başladım. Bu hıza, o zamanki Lise müdürü Ahmet Alparslan bile şaşırmıştı. Gerçekten de belki ilk defa böyle bir şey oluyordu.
Ahmet Karakuş Hocamın benim yanımda ayrı bir yeri vardı. O, bana çok güveniyordu. Geçtiğimiz yıl “ Dünden Bugüne İzlenimlerim” adlı kitabımın imza günü için Ankara’ya gittiğimde; Yusuf Hocama rica etmiş ve ona imzalı kitabımı ulaştırmasını söylemiştim. O akşam Samsun’a hareket ettiğimden kendisini ziyaret edememiştim.
Bu gün aldığım bir haberle adeta yıkıldım. Artık onu kaybetmiştik. O müstesna insan artık yaşamıyordu. O, yüze gülüp kuyu kazanlardan değildi. Reklam yapmayı, şov yapmayı sevmezdi. Öğrencilere oldukça mesafeli, ciddi, uzak gözükür ve her halükarda öğrencilerin haklarını korumaya çalışırdı.
O adeta bir kitap delisiydi. Kendi ciltleyerek oluşturduğu on binlerce kitabını belirli kütüphanelere bağışlayan bir cumhuriyet aydınıydı. İlerici, Atatürkçü, çağdaş düşünceli, çalışkan, prensipli ve disiplinli bir insandı.
Güle güle Ahmet Hocam. Sizi çok özleyeceğim. Sokağa çıkma yasağı olduğundan cenazene bile katılamayacağım. Nurlar içinde yat.
Değerli okurlarım hocamın vefatı, 19 Mayıs’ta yazmayı düşündüğüm bu yazıyı beş gün daha öne almama neden oldu. Ne kadar ilginç değil mi? Sevdiklerimize ulaşamadan onlara veda bile edemeden her birimiz zamanlı zamansız geçip gideceğiz. Ne kadar acı değil mi?
Ne yapılsa acaba? Yarın ölecekmiş gibi şimdiden eşle dostla helalleşip, hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmalara devam mı edilse?

YEKTA AYDIN

14.05.2020. SAAT.09. PERŞEMBE

İSTİNYE