Dağların Ardını Bilir Misiniz

Ben oldu bitti dağların ardını merak ederdim. Bir dağın zirvesine çıkarken en yüksek noktaya ulaşacağımı düşünürdüm. Kafamı kaldırıp baktığımda ise; önümde yine engebeli yüksekliklerin, muhteşem güzelliklerin ve ulaşılamayan zirvelerin ardı ardına sıralandığını görürdüm. Karşılaştığım bu yeni duruma hayret ederdim. Bu muhteşem görüntülerin karşısında ise insanın ürperti duymaması, tüylerinin diken diken olmaması olası değildi.
Dağlar, kimilerine göre bir hükümranlık alanı, kimilerine göre de çaresizlik ve amaca ulaşmak için bir engel olarak düşünülürdü. “ Ferman padişahınsa dağlar bizimdir.” diyen Dadaloğlu’nun mesajı açıktı aslında. Dadaloğlu’na göre zalime baş kaldıranların sığınma yeri ve mekânı olan dağlar, Ferhat’a göre ise, sevdiğine ulaşabilmek için delinmesi gereken engellerdi.
Dağlar, aynı zamanda da acımasız doğa koşullarının yaşandığı yerlerdi. Dağlara yönelik; çaresizlikler, ayrılıklar, aşklar, sevdalar ve özlemlere ilişkin yüzlerce binlerce türkünün asırlardır dile getirildiği boşuna değildi.
Bir zamanlar sıtmanın kol gezdiği, sivrisineklerin mekân tuttuğu sahiller yerine, yine de elverişsiz doğa koşullarının yaşandığı dağlık alanlar ve yaylalar, insanların yaşam alanlarını oluşturuyordu. Ancak zamanla bilim ve teknolojinin de gelişmesiyle hastalıkların önüne geçilmeye başlandı. O zamanlar; ülkenin yüzde sekseni kırsal kesimlerde yaşıyordu. Ne yazık ki devletin ekonomi politikası göçü özendirdi. Üretim yavaşladı, kırdan kente göç hızlandı.
1950-60 ve 70 li yıllarda Mesudiye Ordu’nun en büyük ilçelerinden birisiydi. Zaten coğrafi alan olarak da Ordu İlinin yaklaşık altıda birini kapsıyordu. Bu yıllarda Mesudiye’nin 72 köyünün her birinde İlkokul olduğu gibi Yeşilce, Topçam ve Üçyol beldelerinde de ortaokullar bulunuyordu. Her okulda en az iki öğretmen olduğu gibi, kalabalık okullarda ise ikiden daha fazla öğretmen bulunuyordu. Şu anda bu köylerde bulunan okulların tümü eğitim ve öğretime kapalıdır.
Ben de altmışlı yıllarda öğrenimimi tamamlamış ve 1970 yılında Mesudiye’nin Yeşilce-Yeşilyurt İlkokulunda öğretmen olarak göreve başlamıştım. Dağlardan gitmiş, yine dağlara dönmüştüm. O zamanlarda öğrenciler; ya öğretmen okullarına, ya sağlık okullarına, ya da ortaokullara gidebiliyorlardı. Okuma olanağı bulamayanlar ise çalışmak amacıyla İstanbul’a gidiyordu. Kimimiz öğretmen, kimimiz sağlıkçı, kimimiz de ebe, hemşire ve diğer kamu görevlileri olarak tekrar bu kırsal kesimlerde sorumluluk alıyorduk. Karanlıkları aydınlatacak, insanlarımızı da sağlıklarına kavuşturacaktık. Dar köprüler kurarak da gönülleri birleştirecektik.
İlçede görev yapan kamu görevlilerinin hepsi de yerli değildi. Diğer il ve ilçelerden gelip burada görev yapan öğretmenler de vardı. Bekâr olarak atanan öğretmenlerden bazılarının bu karda kışta Meletli bir kıza gönül vererek evlendikleri de oluyordu. Örneğin Çiftlik Sarıca köyü öğretmeni İhsan öğretmen bunlardan biriydi. Mesudiye’nin Gündoğmuş köyünün güzel kızlarından alımlı mı alımlı Ayten adlı bir kıza vurulmuş ve sevdalarını evlilikle taçlandırmayı başarmıştı.
İhsan öğretmen, Ulubey’in uzak bir köyündendi. Böylece Cenikliler, Meletli bir gelin daha almış oluyorlardı. Aslında; “ Ceniklinin avanağı Meletten kız alır.” dense de, İhsan öğretmen durmuş durmuş turnayı gözünden vurmuştu. Çünkü “Her tarafta her şey yetişir ancak Mesudiye’de insan yetişir.” sözünü, İhsan öğretmen de sık sık duyuyordu.
İhsan öğretmen, eşiyle çok mutlu bir yuva kurmuştu. Bu halinden de oldukça memnundu. Mesudiye’de görev yapmaya devam ediyordu. Çocuklarını da burada büyütebilirdi. Bu mutlu ailenin bir çocukları olmuş, ikinci bebekleri de yoldaydı.
1972 Yılının karlı bir 3 Şubat günü, İhsan öğretmenin tedirginliği had safhaya ulaştı. İlçeye beş altı kilometre mesafedeki Çiftlik Sarıca köyünde eşi doğum sancıları çekiyordu. O zamanlar da ha dendiği zaman araba bulunmuyordu. Aynı okulda birlikte çalıştığı öğretmen arkadaşı Yeşilce’li Ali Demircan’a canını attı. Arkadaşının eşi bitişik köyde ebeydi. Ali öğretmen, öğrenci velilerinden aldığı bir atla komşu köye giderek ebe olan eşinin hastanın yanına gelmesini sağladı.
Doğum sancısı çeken Ayten Hanım kurtulmuş ve nur topu gibi bir kız çocuğu dünyaya getirmişti. Küçük Canan’ın doğumunu yaptıran, benim de Yeşilce İlkokulundan sınıf arkadaşım olan Hatun Demircan, sorularımı şöyle yanıtlıyordu.
“ Vallahi Yekta, o zaman pürüzsüz güzel yüzlü bir bebekti. Ancak gözleri fer fecir okuyordu. Bu bebeğin gelişigüzel bir bebek olmadığı her halinden belliydi.” diyordu. O zaman bebeğin adını da Canan koymuşlardı.
Küçük Canan, çevrede olan bitenlerden habersiz kendi dünyasında yaşamaya devam ediyordu. Çocukça oyunlarını oynuyor, üstünü başını kirletiyor, yeri geliyor arkadaşlarıyla da kavga ediyordu. Mesudiye’nin havasını soluyor ve suyunu içiyordu. Çocukluğunu sevginin egemen olduğu bir ortamda geçiriyordu. Bu durum onun özgüven sahibi olmasını sağlıyordu.
Canan, okul çağına gelince babası da Ordu’ya atanıyordu. İlk ve orta öğrenimini Ordu’da tamamlayan Canan, öğretmenlerinin de dikkatini çeken başarılı bir öğrenciydi. Okulda derslerinin yanı sıra spor ve sosyal etkinliklere katılmaktan da geri kalmıyordu.
Canan, 1995 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesini bitirerek doktor oluyordu. O, bilgi birikimini ve enerjisini verimlilikten yana kullanmak istiyordu. Zaman kaybına tahammülü yoktu. Çünkü o yokluktan geliyordu. Yokluğun ve çaresizliğin ne demek olduğunu biliyordu. Kaderine razı olamazdı. Sınırları zorlamak, önündeki duvarları devirmek, özgür olmak istiyordu. Canan, zaten o zamana kadar hiçbir şeyi kolay bulmamıştı.
Teslimiyetçi değildi. Mücadeleyi bırakırsa zaten baştan kaybetmiş oluyordu. Çalışkan, dirençli, kararlı ve tutarlıydı. Sorunlara çözüm üretmeyi seviyor ve bu konuda sorumluluk almak istiyordu. “ Varamadığın yer senin değildir.” sözüne itibar ediyor, “ öyleyse gideceğimiz yere biran önce ulaşalım.” diyordu.
Bu süre içersinde ben de çeşitli aşamalardan geçmiş ve 2010- 2012 yılları arasında Gürsel Tekin döneminde CHP İstanbul İl yönetimine seçilmiştim. 2011 yılında il yönetimindeki değişiklikle Canan Kaftancıoğlu da il yönetiminde görev almıştı. İldeki görevliler bana, il yönetiminde Mesudiyeli birisinin olduğunu söyleyince afallamıştım. Mesudiyeli biri olur da ben onu nasıl tanımam diye.
Canan hanımla tanıştığımızda oldukça sıcak anlar yaşamıştık. Bir öğretmenin kızının o aşamaya gelmesinden büyük bir mutluluk duyuyordum. Tavırlarından ve davranışlarından bu kızın sınırlarını zorlayacağını görebiliyordum.
Siyasette ve sivil toplum örgütlerinde Canan hanımla birlikte yer alıyor ve birlikte mücadele ediyorduk. İstanbul Demokrat Ordulular Platformunun kurulmasında da birlikteydik. Bir dönem bu platformun da eğitimden sorumlu başkan yardımcılığı görevini üstleniyordum. İstanbul’da toplantılar yapıyor, halkın da katılımını sağlamaya çalışıyorduk.
Ben yazları Yeşilce’ye gitmek istiyordum. Bir gün bana:
“ Ağbi işlerim yoğun. Annemi babamı da çok özledim onları göremiyorum.” demişti. Ben de ona:
“ Canan Hanım sen hiç merak etme. Gidince benim ilk işim onları ziyaret etmek olacak.” demiştim. Çok sevinmişti.
O yaz eşimle birlikte Ulubey’de Canan Hanım’ın annesi ve babasını ziyarete gitmiştik. Çok memnun olmuşlardı. Sohbetimizi fındık bahçesinde sürdürüyorduk. Konuşacağımız çok şeyler vardı. Çünkü aynı dönemde Mesudiye’de öğretmenlik yapmıştık. Atatürk İlkeleri ve cumhuriyetin nitelikleri doğrultusunda öğrenci yetiştiriyorduk. Kendilerine:
“ Böyle bir evlat yetiştirerek topluma kazandırdığınız için size çok teşekkür ediyorum. Biz de onu çok seviyoruz. Merak etmeyin. Siz buradasınız ama bizler hep onun yanında olacağız. İyi gününde yanında kim olursa olsun. Ancak kötü gününde biz yanında olacağız.” dediğimde, Canan hanımın babasının gözleri buğulanıyor ve ancak:
“ Allah sizden razı olsun.” diyebiliyordu.
Kim derdi ki; küçük Canan aşama kaydedecek, kurtlar sofrasında yerini alacak, her türlü ayak oyunlarına karşı direnecek, CHP İstanbul İl Başkanı olacak, insan hakları ve demokrasi mücadelesinde İstanbul gibi bir dünya kentinde bayrağı teslim alacak. Kim derdi ki; bu koca yürekli küçük Canan, boyundan büyük işler başaracak.
Canan hanımın bir özelliği daha vardı. Onu da buraya yazmazsam sanki ona haksızlık etmiş olabileceğimi düşünmeye başladım. O hiç bir zaman aslını inkar etmiyordu. Bizim anlı sanlı milletvekili ve belediye başkanı düzeyindeki bazı siyasetçilerimizin sanki zorunlularmış ya da Ordu'lu olmak suçmuş gibi kendi kişisel özelliklerini ön plana çıkarma çabalarını çok ilginç buluyordum. Bu siyasetçilerimizin:
" Ben Ordu'lu olduğum için seçimi kazanmadım." dedikleri yerde Canan hanımın:
" Ben Mesudiye'nin bir dağ köyünde bir köy öğretmenin kızı olarak dünyaya geldim." demesini bilmem nasıl karşılıyorsunuz. Canan hanımın, bu sözü göksünü gere gere adeta milyonlara duyurmak istemesi, sanırım sizinde gurur duymanızı sağlayacaktır.
Geçenlerde Yenikapı’daki Ordu günlerinde Canan hanımın ziyaretime gelmesinden büyük bir mutluluk duydum. Kitaplarımı imzalayarak onu bağrıma bastığımda benim de gözlerim buğulandı. Kısa süreli de olsa hal hatır sormak ikimize de iyi geldi.
Kırk elli yıl ötesine dalıp gittiğimde; yaşadığımız olaylar bir sinema şeridi gibi gözümün önünden gelip geçiyordu. Çünkü dağlardan bellerden süzülerek gelen damlalar, çığ gibi büyüyerek bu büyük dünya kentinde toplumsal bir umut olarak belirginlik kazanıyordu.
YEKTA AYDIN. İSTİNYE. 23.10.2019. ÇARŞAMBA. SAAT.12.50