Bizim çocukluğumuzda seçme şansımız, her hangi bir şeyi tercih etme hakkımız yoktu. İnsanca yaşamın ne olduğu hakkında bilgi sahibi değildik. Neyiz, kimiz, nerden gelip nere gidiyoruz, varlık nedenimiz ve yaşam biçimimiz hakkında bizi aydınlatacak kimse yoktu. Her şeyden bir haberdik. El yordamıyla tesadüflerin ışığında ne yapacağımızı bilmeden yaşamımızı sürdürüyorduk. Çaresizlik, fakirlik, yoksulluk, sevgisizlik, aydınlanmayan karanlıklar, adeta nefeslerimizi donduran buz gibi soğuk hava, çetin doğa koşulları, insanca yaşamı zorlaştıran önemli etkenlerdi.
Hayal gücümüzü geliştirecek, benliğimizi kuvvetlendirecek, özgüvenimizi artıracak oyuncaklarımız yoktu. Bisikletin nasıl bir şey olduğunu bilmiyorduk.
Hiçbir şeyi merak etmiyor, öğrenmek için kimseye bir şey sormuyor, soramıyorduk. Her şeyi olduğu gibi kabul etmek zorundaydık. Gel denilince geliyor, git denilince gidiyorduk. İtiraz etme, karşı koyma ve isteğimizi belirtme haklarımız yoktu. Ne verirlerse giyiyor, ne bulursak da yiyor, içiyorduk. Şımarıklık, yaramazlık, haylazlık gibi çocukça özgürlüklerimiz yoktu.
Çocukken üzüldüğüm çok şey olduğu halde katıla katıla ağladığımı ve her hangi bir şeyden şikâyetçi olduğumu hiç anımsamıyorum. Duygularımı ve yaşadıklarımı içime atıyor, acılarımı ise kendi kendime sindirmeye çalışıyordum. Sessizce attığım çığlıkları kimseler duymuyor, içimdeki yangının alevini kimseler göremiyordu, görmemeliydi.
Birisi bana bir kötülük etse, bir haksızlığa uğrasam karşılık vermiyor, kırılıp inciniyor ve onu içselleştirmeye çalışıyordum. Geri dönüp baktığımda, ardımda güvendiğim dağlarım yoktu. Bu gün; “ keşke o zamanlar bağıra bağıra ağlasaymışım.” dediğim çok oluyor.
Öç alma duygusu, karşılık verip kötülük yaparak rahatlama düşüncesi söz konusu değildi. Sadece; “ bana zarar verebilecek arkadaşlardan ve girişimlerden uzak kalmalıyım” diye, kendi kendime çocukça kararlar alıyordum.
Korkarak gittiğimiz okullardaki öğretmenlerimizden bırakın sevgiyi, ilgi görmeyi; tepki görmeden, azarlanmadan, itilip kakılmadan, dayak yemeden eve dönmemiz bize yetiyordu. Cesaret verme, teşvik etme, yönlendirme ve motive etme gibi eğitim için gerekli yaklaşımlar sanıyorum çok uzağımızda kalıyordu.
Genelde ismimiz söylenmezdi. Çoğunca bize yakıştırılarak takılan lakaplarla çağırılırdık. Ya alay edilerek aşağılanır, ya da “ bana baksana sen” diye azarlanırdık. Bu şartlar altında kendimize güven duymamız söz konusu olamazdı.
Yıllar sonra öğretmenlerimize bu tavırlarının nedenlerini sorduğumda:
“ Yektacığım, tam da öğretmenliği öğrendiğimiz zamanda emekli olduk. Öğrencilerimizi döverken, kızarken onlara iyilik ettiğimizi sanıyorduk.” diyorlardı.
İlkokulu Yeşilce Beldesinde okudum. Ortaokulu ise on iki yaşımdan itibaren on iki kilometrelik yolu, kışın çoğunlukla kar belde yürüyerek, tavuk kümesi gibi yerlerde, bin bir zaruretle Mesudiye ilçe merkezinde bitirebildim.
Bu anlatılanlar, arkadaşlarımın çoğunun genel yaşam biçimlerini oluşturuyordu. Hatta daha da güç koşullar altında öğrenimini sürdürmeye çalışan arkadaşlarımız vardı. Biz yaşamın böyle bir şey olduğunu sanıyorduk. Daha iyisinin ne olduğunu bilemiyorduk.
Korktuğumuz, çekindiğimiz öğretmenler olduğu gibi, saygı duyduğumuz, sevdiğimiz, değer verdiğimiz ve örnek aldığımız öğretmenlerimiz de vardı.
Bir yandan öğrenimimi sürdürürken bir yandan da çocukça bir gözlemle çevremde olan bitenlere anlam vermeye çalışıyordum. Artık gittikçe büyüyor, sorumluluk alıyor ve olgunlaşıyordum. Yaptığım gözlemler, edindiğim izlenimlerden dersler çıkarıyor ve kendi davranışlarımı şekillendirmeye çaba sarf ediyordum.
Perşembe Yatılı İlköğretmen Okulunu kazanınca dünyalar benim oldu. O zamana kadar; giyemediklerimi giymeye, yiyemediklerimi yemeye, göremediklerimi de görmeye başladım. Yıllar sonra ekonomik özgürlüğümü kazandığımda bile yiyemediğim kalkan balığına, zaman zaman öğretmen okulunun yemekhanesinde rastladığım çok oluyordu.
Bambaşka bir ortam, bambaşka bir çevrede bulunuyordum. Erken uyum sağlayamaz ve akılcı davranamazsam beni ne tür olumsuzlukların beklediğinin farkındaydım. En azından memlekete geri dönme şansımın hiç olmadığını, dönsem bile kimsenin yüzüne bakamayacağımı çok iyi biliyordum.
Ailemin ya da bana kefil olan insanların imzaladıkları yüklenme senedinin ödenecek olması, uykularımı kaçırıyordu. Bana iyilik edenlere ve güvenenlere bu kötülüğü yapmaya hakkım olmadığını düşünüyordum.
O zamanlar okumayana kız bile vermiyorlardı. Çünkü o koşullarda okuyamamanın bana göre, yüz kızartıcı bir suç işlemekten hiçbir farkı yoktu.
Belki İstanbul’a kaçar, kendime göre bir iş bulur çalışabilirdim. Ancak bu da çözüm değildi. En iyisi fırsatım varken sorumluluklarımın gereğini yerine getirerek biran önce okulumu bitirmeliydim. Bunun için de bir an önce derslerime ağırlık vermeye başlamalıydım.
Devlet, çoğu gereksinimlerimizi karşılıyordu. Öğretmenlerimiz de bizim geleceğe hazırlanmamız, topluma yararlı birer aydın olarak yetişmemiz için ellerinden geldiğince çaba sarf ediyorlardı.
O zamanlar yatılı okullar, okuma olanağı bulamayan fakir köy çocuklarının birer değer, birer insan olduklarının önem kazandığı eğitim kurumlarıydı. Bu kurumlar, az çok da olsa demokratik bir eğitim ortamının sağlandığı sıcak yuvalar durumundaydı.
Bu okullarda aynı kaderi paylaşan öğrenciler olarak;
- Karşılıklı haklar ve ödevleri,
- Beklentisiz saygı ve sevgiyi,
-
- Arkadaşının sevinciyle sevinmeyi, üzüntüsüyle üzülmeyi,
- Eşit şartlar altında yarışmayı, rekabeti,
- Çalışarak kazanmayı, çalışma disiplinini, programlı ve metotlu çalışmayı,
- Hedef belirlemeyi,
- Vatanseverliği,
- Sabrı, hoş görüyü, direnmeyi,
- Dostluk ve kardeşliği,
- Hak aramayı, sorgulamayı,
- Yardımlaşma, dayanışma ve fedakârlığı,
- Üretkenliği öğreniyorduk.
Öğretmen okullarında; rehberlik ve eğitsel kol çalışmaları ile öğrencinin doğuştan getirdiği yetenekler tespit ediliyor, rehber öğretmenlerce bu yetenekler geliştirilmeye çalışılıyordu.
Örneğin benim yeteneklerim; spor, müzik, halk oyunları ve edebiyat üzerine idi. Okulda en iyi mandolin çalan bir kaç öğrenciden birisi de bendim. Ama yılsonu bitirme sınavlarında da resimden bütünlemeye kalarak üç ay geç mezun olmuş, mesleğime de üç ay geç başlamıştım.
Öğretmen okulu müdürümüz, ulusal bayramlarda çevre ilkokullardaki halk oyunlarını hazırlamak üzere bizleri görevlendiriyordu. Perşembe Çınar İlkokulunda da öğrencilere halk oyunlarını öğretmiştik. İlkokulun müdürü Mesudiye Topçamlı Mehmet Altunöz’dü. Mehmet Bey, toprağımın insanı olduğu için sorumluluğu altındaki okulun başarılı olmasını istiyordum. Bu nedenle öğrencileri çalıştırırken ayrı bir özen gösteriyorduk.
Benzer etkinlikler, bizim daha sonra öğretmenlik yapacağımız köy ilkokullarındaki çalışmalarımızın da adeta bir ön hazırlığını oluşturuyordu.
Öğretmen okulundan mezun olunca ilkelerimiz, ideallerimiz ve hedeflerimiz vardı. Karanlıkları aydınlatacaktık. Gittiğimiz yerlere ışık olacaktık. Görev yerimiz neresi olursa olsundu. Yol yokmuş, elektrik yokmuş, radyo, televizyon, buzdolabı yokmuş, hiç önemli değildi.
Bizim kendimiz için hiçbir beklentimiz olamazdı. Kendimiz için bir şey isteme şansımız da yoktu. Biz hep verecektik. Herkese verecektik. Vermeye gidiyorduk. Sanki elimizde ne varda ne vereceksek.
Gerçeklerle yüzleşince ise işlerin o kadar da kolay olmadığını görebilecektik. Bizlerden mucizeler yaratmamız beklendiğinin haksızlık olduğunu öğrenecektik.
Bu kuş uçmaz kervan geçmez köylerdeki en büyük silahımız ise; aklımız, direncimiz, sabrımız ve yüreğimizde ki bitip tükenmeyen dışa vurmakta güçlük çektiğimiz sevgimizdi.
Yarım asrı geçen bir yaşam diliminin, olağan üstü yoğun mücadeleleri, topluma hizmet amacıyla sürdürülmesine rağmen halen içinde yaşadığımız topluma olan borçlarımızı ödeyemediğimizi düşünüyorum.
Yıllar böyle geldi geçti. Sonuçta emekli oldum. Geçenlerde TSK den emekli olan ilkokul öğrencim Ersin Şinel’in, sekiz - dokuz yaşındayken şahsımla ilgili gözlem ve izlenimlerini okudum. Ersin’in sosyal medyadaki paylaşımı, beni oldukça duygulandırdı. Demek ki; çocuk deyip de geçmemek gerekiyordu. Ersin’in paylaşımını olduğu gibi buraya aktarıyorum.
“ Yekta Hocam, bizim mahallede öğretmenlik yaparken yokluklar içinde bir okul. Bize sümüklü demediniz. Bitli demediniz. En ufak kötü bir kelime kullanmadınız. Dövmediniz, sövmediniz. Belki de bizleri insan yerine koyan ilk kişi sizdiniz. Sizin emeğiniz çoktur bizde. Hayatında müzik nedir bilmeyen öğrencilere büyük emek harcayarak bizleri folklor yarışmasına hazırladınız. Mesudiye’de ilkokullar arası folklor yarışmasında birinci olduk. Belki çoğumuz ilçeyi ilk defa görüyorduk. Ağaçtan kılıcımı kaybetmiştim. Yılını tam olarak hatırlayamıyorum. Harman dalı oynamıştık. Hayatımın her döneminde sizi örnek almıştım. Sizin gibi başımızı okşayan başka öğretmenimiz olmadı. Diğerleri bizi ya dövdüler, ya sövdüler, ya da fakirliğimizle alay ettiler. Siz bizi bir çocuk, bir insan olarak gördünüz. Anne ve babamız bile bizlere sizin gibi davranmadı. Fakirliğin dip yaptığı bir köy ilkokulunda öğrenim görüyorduk. Para yok, pul yoktu. Karşılığında sadece sizi seven öğrenciler vardı. O yaşanılanlar hiç unutulur mu hocam? Sizi çok seviyorum. Saygılarımla hocam.”
Şu anda o öğrencilerim, hukukçu, sağlıkçı, iş adamı ve diğer meslek gruplarında sorumluluk almış durumdalar. Yine onlardan kendisi bir akademisyen, bir üniversite hocası olan öğrencim Sevgili Kadir Doğan’ın değerlendirmesi ise şöyle sürüyordu:
“ İstanbul Maltepe’de düzenlenen Ordu Günleri Mesudiye Gazetesi standında ilkokul öğretmenim Sayın Yekta Aydın’ın yazmış olduğu kitaplarını imzalatmak üzere eşimle birlikte ziyaretine gittik.
Öncelikle eğitimci, şair, yazar, besteci ve siyasetçi olan hocama bizi ilkokul yıllarından itibaren hayata hazırlamakta gösterdiği çabalara kendi adıma şükran ve saygılar sunarım. Okula başladığımız ve kısıtlı imkânlarla okumaya çalıştığımız dönemde bize gelecek için verdiğiniz güven ve çalışma azmi için size çok şey borçlu olduğumu belirtmek isterim.
Sayın hocam bundan sonraki yaşamınızda daha üretken, sağlıklı, umut dolu günler geçirmenizi dilerim.”
Yine İstanbul’daki Ordu’lu eğitimcilerin katıldıkları bir toplantıda bulunuyordum. Konuşmacılardan birinin adımı söyleyerek benden bahsettiğine tanık oldum. Dikkatle onu dinliyor ve kim olduğunu anımsamaya çalışıyordum. Öğrencimi yıllarca görmemiştim. İyice duygusallaşmış, dokunsalar ağlayacak duruma gelmiştim. Bu konuşmacı, Mesudiye Lisesinde örnek bir öğrencim olan Abidin Başarslan’dı. Yaptığı konuşmasında ise:
“ Şu an çok heyecanlıyım. Adeta bacaklarım titriyor. Çünkü tam karşımda oturan kişi beni Mesudiye’nin Doğançam köyünden alarak şu an İstanbul’un tarihsel, niteliksel ve işlevsel açıdan en köklü okullarından birisi olan meşhur Vefa Lisesi Müdürlüğüne taşıyan, benim içinde oldukça değerli olan lise müdürüm Yekta Aydındır. Huzurunuzda kendisine ne kadar teşekkür etsem azdır.” diye devam ediyordu. Bunun üzerine ise benim ayağa kalkarak Abidin’i bağrıma basıp gözlerinden öpmeme sıra geliyordu.
Bu durumda ne kadar mutlu olduğumu anlatabilmem olası mı? İşte bu ve benzer nedenlerle diyorum ki, yeniden doğsam da meslek seçme şansım olsa, yine öğretmen olurdum.
Güç koşullar altında, toplumsal aydınlanma gibi oldukça anlamlı bir sorumluluk üstlenen, bu sorumlulukların gereğini yerine getirirken egemen güçlerin baskısına ve kıyımına uğrayan, horlanan, sürülen, geçim sıkıntısı ile cezalandırılan, toplum katında hak ettiği statüyü elde edemeyen öğretmenlerimizin öğretmenler gününü kutluyor, aramızdan ayrılanlara ışıklar içinde yatsınlar derken yaşayanlara uzun ömürler diliyorum. Onların adına yazdığım şiiri beğenilerinize sunuyorum.
GÜLE GÜLE ÖĞRETMENİM
Gidiyor musunuz artık?
Güle güle öğretmenim.
Çoktandır kapınız örtük,
Güle güle öğretmenim.
Çevirdiler sakalları,
Dondurdular akılları,
Kapattılar okulları,
Güle güle öğretmenim.
Bakmayın kaba sözlere,
Minnettarız biz sizlere,
Işık oldunuz bizlere,
Güle güle öğretmenim.
Hem dirildik, hem de öldük,
Türkülerde huzur bulduk,
Büyüdük de adam olduk,
Güle güle öğretmenim.
Rüzgâr, eser hazin hazin,
İçimizi kaplar hüzün,
Yekta Hoca, yollar uzun,
Güle güle öğretmenim.
MESUDİYE GAZETESİ 2014 ARALIK AYI KÖŞE YAZISI